30 Aralık 2008 Salı

Yeni Yıl ve Tazelenen Umutlar


Bu hep böyledir, yeni yıl demek bolca umut demektir. Yeni bir sayfa açmayı, yenilenmeyi istemektir.
Benim de aslında yeni bir sayfa açmayı istediğim konular var elbette. Olmaması mümkün mü? Ama bütününe bakarsam eğer, hayatın bana daha önceki yıllarda açtığı sayfalardan çok da memnunum. Hele bir tanesi var ki ona bayılıyorum bayılıyorum...
Oğlumla birlikte yeni bir yıla girmek beni çok ama çok mutlu ediyor. Bundan sonra onunla birlikte yeni sayfalar açacağımı bilmek de...
2009 herkese önce sağlık, sonra huzur getirsin!

23 Aralık 2008 Salı

Tom ve Jerry



Eren bu ikiliye bayılıyor... Aslında onun yaşı için çok da uygun bir çizgi film olmadığını biliyorum, ama bir ara televizyonda kısacık bir süre rastladı ve o günden sonra da dilinden düşürmez oldu. Malum kendisi iflah olmaz bir kedi hayranı... O kadar ki "senin adın Eren mi" diye sorulduğunda bile bazen, "Hayır ben kediyim" diyebiliyor.

Tabii bu kadar kedi hayranı olmasına rağmen gönlü bir yandan da Jerry'den yana... Aslında Tom'un onu yakalamasını hiç mi hiç istemiyor. Hatta sürekli, "Tom, Jerry'i yakalayıp yiyecek mi ?" diye sorup duruyor. Böyle birşey olmayacağını çünkü Jerry'nin hemen kaçtığını anlatıyorum, ama bu kez de şöyle diyor: "Ben Jerry'yi yakaladım ve hammm diye yedim. Yedim yedim!"

Velhasıl şu sıralar bizim evde sürekli Eren, Jerry'yi kovalıyor, Tom'un onu yemesini istemiyor, ama bir "kedi" olarak kendisi Jerry'i tost yapıp yiyor!

Ama, eğer...


Şimdiki moda bu...

Ama, eğer... Bu iki sözcük onun için diğer olasılığı araştıran soru kalıpları. Yani bunları soracak ki diğer olasılığın ne olduğunu öğrenecek. Örnek diyaloglara buyrun:
Ben: Eren boya kalemlerinle resim yapalım mı?
Eren: Yapalım. AMA EĞER resim yapmazsak?
Ben: Resim yapmazsak oyun hamurlarıyla oynarız.
Eren: AMA EĞER oyun hamurlarıyla oynamazsak?
Ben: O zaman başka birşey yaparız.
Eren: Başka birşey de yapmazsak ?
Ben: ?!
---
Ben: Otobüslü tişörtünü mü giyersin yoksa kırmızıyı mı?
Eren: Otobüslüyü giymiyceeemm!
Ben: Kırmızı tişörtünü mü giyeceksin o zaman ?
Eren: AMA EĞER kırmızıyı da giymezsem ?
Ben: Otobüslüyü giyersin
Eren: Yok yok ben geçersiz düğmesine bastım ikisi de boşa gitti
Ben: (yine) ?!
Bakalım bu işin sonu nereye varacak? O zaman ben de Eren gibi şöyle demeye başlıyorum: AMA EĞER bir yere varmazsa...

16 Aralık 2008 Salı

Kumbara

Her çocuğun bir kumbarası olmalı. En azından ben öyle düşünenlerdenim, yerli malı haftası, kumbara geleneğinden gelen. :) Benim de çocukken bir kumbaram vardı ve ona para atıp biriktirmeyi sonra heyecanla açmayı çok severdim. İçinden kaç lira çıkacak, onunla neler alacağım hayal kurar dururdum. Sanırım bizim nesilden çoğu çocuk da öyleydi.
Benzer duyguları Eren de yaşasın diye gittim ona da bir kumbara aldım. Belki onun için biraz erken bir durum bu ama, yine de bu duyguyla erken tanışsın istedim. Gerçekten de Eren kumbara işine bayıldı. O kadar çok sevdi ki bayram harçlıklarından tutun da evde nerede bir para varsa hepsini kumbarasına atmaya başladı. Hatta bu işi epey abarttığı zamanlar da oldu, babasının, benim ya da teyzesinin cüzdanından paraları alıp alıp 'harçlık harçlık' diye doğru kumbaraya götürdü. Kapıdan her gireni 'harçlık getirdin mi' diye sorguya çekti. Bayram da bile bizimle harçlık için bayramlaştı kerata! Şimdi büyük bir başarıyla (!) doldurduğu kumbarasının açılması için yılbaşını iple çekiyor. Ben de bizden ne kadar para çarpmış onu merak ediyorum!

9 Ekim 2008 Perşembe

Masal Dünyası


Bütün çocuklar gibi Eren de masal okumayı çok seviyor. Hayal gücünü geliştirdiği, farklı bir dünyanın kapılarını araladığı için masallar çok önemli. Ama hangi masallar? İşte bu soru uzun bir süredir gündemimde. Çünkü o bizim de çocukluğumuzdan beri bildiğimiz masallara bakıyorum da içlerinde, çocukları yemek için kafese kapatan cadılar (Hansel ve Gretel), büyükanne kılığına bürünmüş korkunç kurtlar(Kırmızı Başlıklı Kız), zavallı Pamuk Prenses'e zehirli elma yedirmeye çalışan kötü kalpli üvey anneler gibi bir sürü korkunç figür dolu... Bu masalları okumaya dilim varmıyor vallahi. Hani illa okuyacaksak da üzerinde çok ama çok büyük değişiklikler yaparak okuyorum ki o zaman da masal masal olmaktan çıkıyor. Bazı uzmanlar bunun da çok doğru olmadığını söylüyorlar, çünkü çocuk büyüyüp de bir şekilde masalın doğru halini öğrenirse kendisini aldatılmış hissediyorlarmış! Bakar mısınız şu duruma?


Neyse ki Eren'in favori masalı Çirkin Ördek Yavrusu... Tabii o masalda da güzelliğin bu denli yüceltilmesi beni aslında rahatsız ediyor, ama yine de diğerlerine göre tercih ediyorum. Haa bir de Kurşun Asker ve Çizmeli Kedi var. Aslında eskiden Eren'e ben uydurduğum masalları anlatırdım. Ama şimdi masal kitabından resimlerini takip etmek istiyor. Piyasadaki cicili bicili masal kitaplarının çoğu da bahsettiğim gibi. Sanırım azıcık daha idare ettikten sonra Lafonten, Andersen Masalları gibi, Keloğlan, Nasrettin Hoca gibi kitapları edinmek lazım. Ama yine de masal kitabı arayışlarımız sürüyor!

23 Eylül 2008 Salı

Babaanne Sofrası!

Biz döndük!
Ailecek kısa bir dede-babaanne ziyareti yapıp geri döndük. Elbette bu seyahat sırasında en çok eğlenen tabii ki Eren oldu. Çünkü hem dedesi hem de babaannesi Eren'i çok özlediklerinden onun bir dediğini iki etmediler. Tabii amcalar, yengeler, kuzenler ve halamız da öyle. Eh bu kadar ilgi-sevgi olunca Eren biraz(cık) şımarmış olarak geri döndü eve. Bir de babaannesinin o müthiş zahmetli ama bir o kadar da özel Malatya yemeklerinden tadarak...

Evet itiraf etmeliyim aslında, Eren biraz beslenme modelinin dışına çıkarak öğünlerini tamamladı ama, oğlumun senede bir kez böyle özel lezzetleri tatmasında da bir sakınca görmüyorum.



Menülerimizden biri Malatya'da "Analı-kızlı" olarak adlandırılan içli köfteydi. Bu içli köfte Gaziantep yöresindeki gibi kuru değil, sulu olarak servis edilen içli köfte. Büyük ve içinde kıyma bulunan köfteler "ana"; sadece bulgurun yoğurulup, minik toplar haline getirilmesiyle oluşan köfteler de "kızlar"ı... Genelde bir kaç kişi bir araya gelip yaparmış bu zahmetli, ama Malatyalılar'ın neredeyse geleneksel yemeği haline gelmiş olan içli köfteyi.

Sıradaki yemeğimiz ise en az "analı-kızlı" kadar zahmetli olan Kaburga Dolması. Adı üzerinde kuzu kaburgasının içine iç pilavı hazırlanıp konuyor ve hafifçe dikilip saatlerce büyük bir tencerenin içinde pişiriliyor. Suyuna patates gibi sebzeler atılıyor.

Evet bir de yaprak köftesi var... Ben ilk yediğimde çok beğenmekle birlikte nasıl yapıldığını duyunca pek şaşırmıştım. Allahım o ne uğraştırıcı bir yemek öyle... Minik minik kiraz yapraklarına, yarmanın (Malatya'da neredeyse un kıvamında öğütülmüş bulgura yarma deniyor) sarılmasıyla oluşuyor. Yarmayı sadece biraz suyla kıvama getirip yoğuruyorsun ve başlıyorsun sarmaya... Tabii saatlerce... Ama Malatyalılar buldukları her yaprağa birşeyler sarmayı ve böylece kendi deyişleriyle "köfte" yapmayı pek seviyorlar. Sadece kiraz değil, fasulye yaprakları gibi pek çok şeyin yaprağı ile yapıyorlar bu yemeği. Sarma işi bitince yemeğin işi bitti mi sanıyorsunuz? Ha ha ha... Hayır bu kez de yoğurdu özleyip onun içinde pişiriyorsunuz yaprak köftesini. Ayrı bir kapta karamelize edilen soğanı da üzerine üzerine döktükten sonra hazır oluyor yemeğiniz. Sadece sıcak değil soğuk da gayet güzel oluyor ki ben pek bir seviyorum.

Vee lahana sarması... Pardon lahana köftesi... Tabii ki bulgurdan, tabii ki etli... (Bildiğiniz gibi bu bölgede pek zeytinyağlı mutfağı görülmüyor) Lahana köftesinin piştiği su da kemikli etli... O olmayınca bu lezzetin pek yakalanmadığı söyleniyor ki muhtemelen doğru...

İşte böylesine yorucu bir mutfak Malatya mutfağı... Hani bu yemekleri yaptıktan sonra başka birşey yapmaya halin kalır mı bilmem. En azından benim pek kalmaz. O yüzden döndük biz yine zeytinyağlı, sebzeli soframıza... Ama o yemeklerin de tadı damağımızda kaldı. Eh arada böyle kaçamaklar da olacak öyle değil mi?

Eren oradayken pek demedi ama ben buradan onun yerine söylüyorum: "Teşekkürler babaannesi, seni biraz yorduk ama ellerine sağlık..."

8 Eylül 2008 Pazartesi

Taze Barbunya ve düşündürdükleri


Bu yaz bizim eve, daha önce hiç adım atmamış taze barbunya bol bol girdi. Ne de iyi oldu! Meğer bunca yıl ben neler kaçırmışım. Hiç sevmem ben kuru barbunyayı... Hani kazara önüme çıkarsa bir yerlerde hiç yemem. Daha doğrusu artık yemezdim demem lazım. Çünkü bu yaz tazesi, bendeki tüm barbunya önyargılarını yıktı. Her hafta pazarda taze barbunya arar oldum. Artık kışın da bol bol yemeli... Şöyle patatesli, havuçlu... Tabii Eren de sevdi zeytinyağlı taze barbunyayı. Hele de pilavın üzerinde oldu mu bir güzel yiyor.
Bugün de barbunya günüydü, Eren resim defterini karalarken ben de barbunya ayıklamaya başlamıştım. Bir baktım bizimkisi hemen yanıma geldi pıtır pıtır. "Ne yapıyorsun anne" dedi klasik sorusuyla. "Barbunya ayıklıyorum oğlum" dedim. "Ben de yapıcam" dedi ve başladı barbunya ayıklamaya. İlk önce bir iki yapar sıkılır diye düşündüm. Ama yoook! Tam bir kilo barbunyadan sonuncusu kalana dek ayıkladı. Hem de öyle güzel yaptı ki bayıldım valla. Uzun uzun onu seyrettim. Ve nedense bugün dizimin dibinde barbunya ayıklayan çocuğun, yarın kimbilir nerelerde neler yapacağını düşününüp hüzünlendim. Bugünlerin tadını daha çok çıkarmak gerektiğine bir kez daha inandım. E zaten çocuk da ömrü boyunca hep benimle barbunya ayıklamayacak öyle değil mi :))

5 Eylül 2008 Cuma

TBMM ziyareti




Kavurucu Ağustos'tan sonra biraz serinleyeceğimiz bir Eylül'e girdiğimizi umut etmek istiyorum ama sanırım bir süre daha olmayacak gibi görünüyor. Bu küresel ısınma artık artık küresel bir kavrulma düzeyine geldi! Öyle ki sabah ve akşam saatleri dışında dışarı adım atmaya korkar hale geldik.

Ama böylesi sıcak bir günde kırk kez düşündükten sonra gözümüzü kararttık ve öğle sıcağında dışarı çıktık Eren'le. Babasını ziyaret etmek için Meclis'e gittik. TBMM tatil olduğu için gayet sakindi ortalık. Tam da Eren'e göre!
O da bir güzel basın koridorunda dolaştı, basın toplantısı salonuna baktı, polis amcalarla tanıştı ve bahçede bol bol koşup eğlendi. Çocuklar için böyle farklı mekanlara ziyaretler ne de eğlenceli oluyor... Tabii o eğlenirken siz de mutlu oluyorsunuz!

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Annenin çişle imtihanı: Tuvalet Eğitimi

Bu işi epey küçümsemişim gözümde. "Canım biraz üzerinde durursan çocuk öğrenir" diye bilmiş bilmiş konuşmuştum bile. Hatta bir haftada gündüz tuvaletlerini düzene koyacağımı falan düşünmüştüm. Hele bir yaz gelsin artık bu bezden temelli kurtulacağız diye sevinmiştim. Meğer kazın ayağı hiiiç öyle değilmiş!
Şöyle ki, önce tuvalet alışkanlığı ile ilgili dergi, kitap, internet, vs. tüm taramaları zaten eskiden beri yapıyorum. Hemen hepsi belli ortak noktalara dikkat çekiyor. Birincisi, çocuğun çiş ve kakasını tutabilecek kas ve sinir sistemi yapısına erişmiş olması. Yani bu da ortalama 18-20 aylıkken oluşuyor. İkinci önemli nokta çocuğun konuşmaya başlaması ki derdini anlatabilsin,örneğin çiş gibi, tuvalet gibi kelimelerin anlamını bilebilsin. Yani bu iki nokta tuvalet alışkanlığını kazandırmada olmazsa olmaz. Eh her ikisi de bizim Eren'de mevcut deyip yaz başında kolları sıvadım. Önce teşvik mekanizması olarak kedili çıkartmalardan aldım bol bol. Malum en sevdiğimiz hayvan kedi. "Bak Eren" dedim. "Tuvalete her çişi yaptığında bir tane kedi çıkartmasını alıp banyonun duvarına yapıştıracağız. Hem sen zaten büyüdün, artık bizim gibi tuvalete çişini yapacaksın."
Ama gelgelelim evdeki hesap çarşıya uymadı. Eren, bir iki tuvaletine oturup çişini yaptı, ama o da kendisi geldiğini söyleyerek değil, benim oturtmalarım sayesinde. Bir heves kedicik de yapıştırdı duvara, tuvaletini klozete döküp güle güle de yaptı, sifona da bastı. Hatta bezi çıkarıp, alıştırma kilodu bile giydi. Elbette o bunları yaparken biz ev halkı olarak başına toplanıp alkışladık, kendisini takdir ve teşvik ettik bundan sonraki tuvalet çalışmaları için.
Evet bunların hepsini yaptı, ama bana çişinin geldiğini hiç söylemedi. Hatta o kadar ki şır şır altına yaptı, ıslak ıslak gezdi, ama ıslandığını bile söylemedi.
Burada tuvalet eğitimindeki diğer ana kuralın yani "çocuğun da bu işe hazır olması" kuralını hatırlatmak gerekiyor ki hiç de yabana atılacak bir kural değil bu. Malum onunla işbirliği yapamadığınız takdirde, en süper teşvik mekanizmalarını da çalıştırsanız olmayınca olmuyor.

Eren'in bu durumunu görünce ona biraz daha zaman tanımaya karar verdim ve bir süre tuvalet işinden bahsetmedim. Sonra yeniden başladım teker teker anlatmaya:
"Bak artık sen büyüdün, kocaman çocuk oldun. Bizim gibi sen de tuvalette tuvaletini yapacaksın değil mi? Artık bezi çıkaralım, kilot giyelim." Bu kez durum şöyle gelişti; Eren canı istediğinde benimle beraber tuvaletine oturup yaptı, ama çoğunlukla oturup yapmak istemedi. Hatta kilot da giymek istemedi! Bez bez diye tutturdu. Yine ara dönemi, sonra yine baştan...
Son durumumuz şu; tuvalet işini artık akışına bıraktım! Asla ısrar etmiyorum. İşin artık teorisini tamamen biliyor, sadece bunu istemesi kaldı ki zaten olay da o. Üzerimdeki tuvalet baskısını da hafifletiyorum. Ne yapalım yani illa yazın öğrenecek diye bir kural yok ya! Demek biz de böyle... Keyfi olunca bazen sabahları soruyorum tuvalete gidip orada beraber yapalım mı diye. Canı isterse gidip yapıyor, ama çoğunlukla istemiyor. Aralarda altını açık bırakıyorum, artık en azından ıslandığını söylüyor. Buna da şükür!

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Bir çocuğun mektubu


Rahmetli Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu'nun çocuk ve ergen psikolojisi üzerine çalışmaları tartışılmaz. Çok önceleri, daha Eren doğmamışken rastladığım bu "bir çocuğun mektubu"nu o zaman da ilgiyle okumuştum, ama ne yalan söyleyeyim şimdiki gibi de önemsememiştim. Geçenlerde bir dergide yeniden karşıma çıkınca daha bir dikkatli okudum ve Eren büyürken sık sık hatırlamaya da karar verdim:


“Sevgili Anneciğim ve Babacığım,
Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim.
Deneme ile öğrenirim. Bana oyunda, arkadaşlıkta ve işimde özgürlük tanıyın. Beni her yerde, her işimde koruyup kollamaya çalışmayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. Bırakın kendi işimi kendim göreyim. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım?
Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın. Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan da edemiyorum. Bana yerli yersiz söz vermeyin. Sözünü tutamayınca sizlere güvenim azalıyor.
Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem. Ancak hiç kısıtlamayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.
Beni dinleyin. Öğrenmeye en yakın olduğum anlar soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve açık olsun.
Öğütlerinizden çok, davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder.
Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi izler bırakır. “Ben senin yaşındayken,..”diye başlayan sözleri hep kulak ardına atarım.
Küçük hatalarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Beni korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşılayarak usandırmaya çalışmayın. Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece katlanabilirim.
Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin. Başarmam için beni destekleyin. Hiç değilse çabamı övün. Bana güvendiğinizi belli edin. Ben başkaları ile karşılaşırmayın; umutsuzluğa kapılırım.
Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkışırmayın, yatağa sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunalttığım zamanda bile soğukkanlılığınızı yitirmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim, ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizi yabancıların yanında güç durumlara düşürebilirim.
Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz; tersine, beni size daha çok yakınlaştırır.
Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.
Biliyorum, ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırılığına uğratıyorum. Bana verdiklerinizin yanında benden istediklerinizin çok olmadığını da biliyorum. yukarıda sıraladığım istekler size çok geldiyse birçoğundan vazgeçebilirim; yeter ki, beni, ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.
Benden 'örnek çocuk' olmamı beklemezseniz, ben de sizden kusursuz ana baba olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.
Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ancak seçme şansım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim."

10 Ağustos 2008 Pazar

İki buçuk olmak üzere olan bir Eren ne sever peki ?


Gelelim artık gelenekselleştirmeyi hedeflediğimiz "Eren ne sever" listesinin güncellenmiş haline, buyrun buradan bakın...


  • Yapı marketleri ve teknoloji mağazalarının mevcut bütün broşürleri,
  • Her gün o broşürleri teker teker açmak, bütün telefonları, bütün yazıcıları, kameraları ilgili ilgisiz herşeyi öğrenmek,
  • Özellikle sürgülü ve kapaklı cep telefonları,
  • Vev olayı hala sürüyor, ama benim belli pijamalarımın adı oldu artık
  • Kısaca "dis" olarak tanımladığı annenin dizi,
  • Baby TV'ye şimdi bir de Baby First eklendi hadi hayırlısı,
  • Sezen Aksu'dan "Sarışınım" şarkısını elli kez dinlemek,
  • Yaşar, Yaşar, Yaşar: "Birtanem, Acıtmıyor Sevdan" gibi gayet lirik şarkılar
  • Nazan Öncel: "Aşkım Baksana Bana" (bknz. Youtube)
  • Kedi, kedi, kedi
  • Miyav miyav miyavlamak
  • Abelle abelle oyunu ki yine halı etrafında dönmekten ibarettir

Şu sıralar en favori cümlelerimiz de şöyle:

  • Kafesini açtım, aslanı aldım, sana verdim, aslan seni yesin kavvvvvv de, kavvvv de
  • Ben o kediyi sevemedim, neden sevemedim ?
  • Anne babaya ne dedin, baba anneye ne dedin, Betül anne ne dedi, neden dedin, neden öyle dedin, neden beni tuttun, neden öyle baktın, neden, neden, neden...
  • Hacer gelsin mi?
  • Gel gel sarışınım geeeellll, gel sana alışığım geellllll, gel gel günışığım geellllllll
  • Dis yapalım mı?
  • Nereye gidiyoruz, eve mi gidiyoruz, ben eve girmem, yok girmem ben.
  • Sevdikleri eve misafirliğe geldiğinde kazara ayağa kalkarlarsa, "gidiyor musun, eve mi gidiyorsun"
  • E bir de ayak masajı!

Parmak boyası halleri




O, kağıdı değil kendini boyamayı sevenlerden...


Bayılıyor üstü başı her yeri boya olsun. Parmak boyalarına batırıp batırıp ellerini oraya buraya sürüyor. Ayak parmaklarını, topuklarını, bacaklarını boyamaya bayılıyor. Sonunda öyle bir hale geliyor ki neresinden tutup da evi batırmadan banyoya götüreceğimi bilemiyorum. Tamam buna da eyvallah da bari saç diplerini boyamasan güzel evladım!

Ben buradan bakıyorum


Geçirdiğimiz yaz bize şunu öğretti ki, bizim oğlanın kaydırakta, tahtıravallide, salıncakta pek gözü yok. Hatta hiç gözü yok desek yalan olmaz. Önceleri parka gittiğimizde sanki görevmiş gibi kaydıraktan kayıyordu, salıncağa ise daha yeni yeni biniyor. Yani diğer çocukların inmemek için uğraştıkları park oyuncakları Eren için çok da birşey ifade etmiyor. Nasıl desem o parkların oyuncaklarını değil de ambiyansını seviyor bizimkisi! Gidiyor, üşenmeden çıkıyor sonra kaydırağa giden tünelin ucunda oturuyor, "ben buradan bakıyorum" diyor. Ama bir türlü kaymıyor. Oradan parktaki diğer çocukları ve insanları izliyor. Elbette bu da bir tercih tabii, boynumuz kıldan ince.

Eren ODTÜ'de!


Eh şimdiden ayağı alışsın dedik! Bir de Betül teyzemizin erken mezuniyet töreni olunca Eren'e ODTÜ yolu göründü! Tabii günler öncesinden törenin provalarını yapmaya başladı evde. Sürekli Betül'e "cüppe giyecek misin, kep takacak mısın" diye sormaya başladı. O kadar ki aldığı yanıtlarla hiç ilgilenmeyip, sürekli sordu da sordu. Zavallı Betül de bıkmadan cevap verdi hep. Nihayet tören günü geldiğinde, Eren'i zaptetmek hiç kolay olmadı. Betül'ün yanına gitmek için törenin başından itibaren bizi zorladı. Sonunda böyle bir görüntü çıktı işte ortaya!

Ne çok ihmal ettim!


Evet çok ama çok ihmal ettim!

Baharı bitirdik, neredeyse yaz bitiyor ama ben bir türlü siteyi güncelleyemedim. Hep başka öncelikler çıktı, bir türlü bilgisayarın başına geçemedim. Ama bu bir mazeret değil tabii; bir şekilde zaman ayırmam gerekirdi. Neyse oldu bir kez... Fakat arayı hemen kapatmaya çalışacağım...
Nereden başlayalım, evet... Bu dönemde bir hayvanat bahçesi maceramız oldu Eren'le... Eren bazı hayvanları ilgiyle izlemesine karşın (örneğin aslan), beklediğimden daha cool bir tavır sergiledi. Oysa ki ben onun Baby TV'den görüp tanıdığı pek çok hayvanı daha heyecanla izleyeceğini sanmıştım. Fakat o bunun yerine, bizimle hayvanat bahçesine gelen Necip'le daha çok ilgilendi. İki adımda bir "Necip nerde, Necip nerde" diye sorup durdu.
Bu arada AOÇ'deki hayvanat bahçesi acınacak bir halde. Bu kadar zor mu daha temiz ve hayvanların daha rahat yaşayacakları bir hayvanat bahçesi yapmak?

20 Nisan 2008 Pazar

Parkta güvercin kovalamacanın incelikleri


Parkta kaydıraktan kaymak veya salıncakta sallanmaktansa güvercin kovalamayı tercih eden… Size her fırsatta "Baba Kuş" diye seslenen… Pencere dışındaki güvercinleri uçurmak için bile "Güvercin uç, güvercin uç" diye başlayıp, sonra "Lütfen uçar mısın güvercin?" gibi ifadelerle sevimli ikna yöntemine dönen bir çocuğunuz varsa… Parkta güvercin toplayıp, kovalamaca oyununu eğlenceli ve güvenli şekilde sürdürmesini sağlamanın ince yöntemlerini bilmelisiniz.

Bu sanıldığı kadar kolay değildir. Sultan Ahmet'te hazır kıta güvercinlere yemlik bulgur atmaya benzemez. "Yavru kuş"un rüyalarında sayıklayacağı kadar zevk aldığı bu eğlence, sizin için titizlikle yürütmeniz gereken bir süreçtir.

"Güvercin kovalamaca"nın yönetim süreci güvercinlerin ilgi gösterdiği bol yeşil alanlı bir park seçimiyle başlar. Bu bizim için sitemizin hemen karşısında yer alan ve Eren'in "Güvercinli Park" adını verdiği parktır. Yavru Kuş'un talebi "Güvercinli Park'a gidelim mi" ifadeleriyle başlar, "Güvercinli Park'a götürür müsün baba?" sorularıyla ilerler ve "Güvercinli Park'a götür, Güvercinli Park'a götür" aşamasına geldiğinde maceraya atılmak kaçınılmaz olur.

Parka giderken yanınıza susamlı bir simit veya bayat ekmek içi almanızı söylemeye gerek yok. Unuttuysanız paniklemeyin. Yakındaki bir büfeden susamlı çubuk da alabilirsiniz. Ama güvercinleri riske atacak ölçüde yağ içeren farklı ürünlere yönelmeyin.

Parktaki çalışma yer seçimiyle başlar. Yavru Kuş'un koşturacağı, başka çocuklar da gelirse rahat edebileceği genişlikte bir yeşil alan seçilir. Alanın temizliğine dikkat edilir. Düşmesi halinde özellikle başını çarpma olasılığı bulunan sivri uçlu taşlar temizlenir. Kaldırılamayacak şekilde beton veya kaya bulunmamasına özen gösterilir. Çünkü Yavru Kuş çılgınca koşacak, "veveveve" veya "Güverciiiiin", "Güverciiiiin" diye bağırırken gözü uçuşan kanatlardan başka şey görmeyecektir.

Sonra güvercin toplama aşamasına geçilir. Malum; güvercinler sürü halinde yaşar. Veya ben öyle biliyorum. Bu işin püf noktası öncelikle ilk güvercini çekmektir. Bir güvercinin yem aldığını gören diğer güvercinler oraya gelmeden edemez. Aksi halde kilolarca darı da dökseniz üstünüzden geçip giderler. Biraz uzakta da olsa inip kalkan güvercinlere gösterecek şekilde biraz susam, ekmek kırıntısı fırlatın. Bunu yaparken taş atıyormuş gibi ürkütecek tarzda değil de, yere paralel olarak daha yumuşak hareketleri deneyin. Kuşlara doğru ani çıkışlar yapmayın. Siz ilk kuşların sürü oluşturmasını sağlamaya çalışırken minik canavar da koşturarak onları ürkütecektir. Ona kovalayacağı bir grup bırakıp siz yan tarafta ayrı bir sürü daha oluşturmaya çalışın.

İlk kuş sürüsü toplanınca onları yavaş yavaş kendi alanınıza doğru çekin. Ekmek kırıntılarını, susamları idareli kullanın. Yoksa işin en heyecanlı yerinde açıkta kalırsınız. O güvenli alanda koştururken size düşen işin bittiğini sanabilirsiniz. Hayır! En hassas olmanız gereken anlardan birindesiniz. O toplamaya çalıştığınız kuş sürüsü bir anda aşırı derecede büyür ve risk oluşturmaya başlar. Güvercinler en fazla bakteri barındıran canlılardan biridir. Kuş gribinin yayılmasında hastalıklı güvercinlerin dışkısının rolünü anlatmama gerek bile yok. Çocuğunuzun sürüyle fazla içli dışlı olmamasını ve kanat hareketleriyle gelen hava akımından fazla etkilenmemesini sağlamaya çalışın. Bunun için yem alanını genişleterek birim başına düşen güvercin sayısını dağıtın. Sürü parçalama yöntemi, oyuna katılacak diğer çocukların rahat koşturmasını da sağlayacaktır.

Onun bağrış çağrış koşturmasına, eğlenmesine mi daldınız? İşte bir yanılgı daha! Yavru Kuş'un terlemesini unuttunuz. Koşturmaca arasında sırtını elinizle kontrol edin. Galiba başta söylemem gerekiyordu; sırtına koyacağınız havlu tipi küçük bezi parka gelirken annesinden istemeyi unutmayın. Terlediğinde havlu bezi sırtına yerleştirin. Gerekiyorsa üstündeki kıyafeti hafifletin. Bunu yaparken terli halde rüzgâra maruz kalıp kalmadığına dikkat edeceğinizden şüphem yok.

Fazla stresvari bir oyun mu oldu? O kadar da gerilmeyin canım. Bırakın her şeyi. Hay huyla koşturmasını, sonra yorulup güvercinlerle "Senin yuvan nerede güvercin" diye sohbetini izleyin. Hayattaki en zevkli anlardan birinin tadına varın.

Ama bütün bunları yaptıysanız, bu görüntüye şöyle göz ucuyla bakanlara içinizden seslenin: Dur yolcu! Gülümseyerek bakıp geçtiğin bu sahne, bir babanın müstesna eseridir.

18 Mart 2008 Salı

İlk traş

Çoğu erkek çocuğu için berberde yapılan ilk saç traşı tarihi bir adım. Ya bağıra çağıra ortalığı birbirine katıyorlar ya da uslu uslu oturup saçlarını kestiriyorlar. Biz Eren'in ikinci ekipten olacağına inandığımız için saçlarını şimdiye kadar kendimiz kestik :)) Kabul ediyorum çok da başarılı değildik ama saçları dalgalı olduğu için hatalarımız fazla çakılmıyordu. Ama babamız artık doğru düzgün bir saç traşı vaktinin geldiğine ısrar edince geçen cumartesi bir anda kendimizi erkek kuaföründe buluverdik.
Çocukların ailelerini şaşırtma konusunda birer deha olduklarını kabul etmem gerekir. Çünkü oğlum "berber abi" saçlarını keserken o kadar uslu oturdu ki, neredeyse oğlum olduğuna inanamayacaktım. Bir güzel saçlarını kestirdi, sonra da giderken "abi"ye el salladı. Bu da işin içinde Eren olduğunda ön yargılı olmamam konusunda bana bilmem kaçıncı ders oldu.

9 Mart 2008 Pazar

Eren'in 2. doğumgünü...


İşte Tulli Pastası!




Dün Eren için mutlu bir gündü. Tabii bizim için de! Oğlumun ikinci doğumgününü minik bir partiyle kutladık. En yakın arkadaşlarımız sağolsunlar bizi yalnız bırakmadılar.



Gelelim Eren'i en çok mutlu eden ayrıntılara:



1) Tulli resimli pasta! (Eren günlerdir pastasının Tulli şeklinde olacağını söyleyip duruyordu)


2) Babasının balonları şişirip şişirip oraya buraya yapıştırması


3) Mumları üflerken "İyi ki doğdun Eren" diye tempo tutulması


4) Tabii ki pastayı yemek



6 Mart 2008 Perşembe

4 Mart 2008 Salı

Yaşasın Parklar


Evet artık havalar yavaş yavaş güzelleşmeye başladı. Küresel ısınmanın olumsuz etkileri olmasa daha bir sevineceğiz güneşin yüzünü bu kadar erken göstermesine. Ama elbette bu kadar da olmaz diye tam sevinemiyoruz. Bugün hava öyle ışıl ışıl öyle sıcaktı ki mart ayında olduğumuza inanasım gelmedi. Ama Eren'in keyfi yerinde tabii. Bugün saatlerce parklarda dolaştı, kaydıraktan kaydı, salıncaklara bindi, çimenlerde koşmanın tadını çıkardı. Aslında tam anlamıyla ilk kez parkın tadını çıkarmaya başladı oğlum. Çünkü geçen yaz evimizin bulunduğu semtte böyle güzel parklar yoktu. Dolayısıyla oğlum artık eve girmek istemiyor. Hatta onu başka bir parka gidiyoruz şimdi diye kandırarak eve getiriyorum. Yemeğini bile dışarda yiyor. Ben de onun bu halini görüp mutlu oluyorum!

28 Şubat 2008 Perşembe

Eren Uyumayacaaakkk!


Bu sıralar evde en çok duyduğum cümle bu: "Eren uyumayacak!" Hem de öyle bir tonda söylüyor ki, uyutmaya çalışanın vay haline! Çırpınıyor, tepiniyor, bağırıyor uyumamak için. Aslında oğlumun hiç bir zaman uykuyla arası pek iyi olmadı. Ben de "Oh maşallah o uyurken ben de işlerimi hallederim" diyen annelerden olamadım doğal olarak. Bu konuda bir türlü dikiş tutturamadığımı itiraf etmeliyim. Başından beri çok gazlı bir bebek olduğu için Eren'e doğru düzgün uyku eğitimi vermeyi başaramadım. Çünkü bırakın kendi kendine uyutmayı öğretmeyi, kucağımda uyuduktan sonra yatağına bıraktığımda bile feryadı basıyordu küçük bey.

Altı ayı doldurduktan sonra yavaş yavaş yatağında uyumayı öğrenmesini sağlamaya çalıştım. Yanında oturdum, masal anlattım, şarkı söyledim, müzik dinlettim, hatta böyle saatler geçirdim:)) Ama yok, Eren bir aşamadan sonra ciyak ciyak ağlayarak yine kucağıma geliyordu. Ben de bir süre sonra pes ettim, bebeklerini yataklarında uyumasını öğreten annelere de gıpta ettim.

Sonraki dönemlerde artık herkes pozisyonunu biliyordu. Ben onu kucağımda uyutup yatağına yatırıyordum. O da "artık uyuyacağız" deyince güzel güzel masalını dinleyip uyuyordu.

Ancak bu işbirliği, bir süre önce Eren'in tek taraflı feshi ile sona erdi. Artık o hiiiç uyumak istemiyor. Pijamalarını giydirmek de zor, ama asıl uyku tulumunu giydirmek, işte o her baba yiğidin harcı değil. Hadi o badireyi de atlattık diyelim, bu kez de uykuya dalması bir problem. Ne anlatacak masal, ne söylenecek şarkı, ne de bunları yapacak güç bırakıyor insanda. Aynı şey öğle uykuları için de geçerli. Bu işin içinden nasıl çıkacağımı bilmiyorum. İmdaaaattt!

22 Şubat 2008 Cuma

Maziye bir bakıver!


İyi ki fotoğraf makineleri icat edilmiş. Eğer onlar olmasaydı, geçmişe bu kadar net nasıl tanıklık edilirdi ki? İnsan hafızası çok çabuk siliyor geçmişi, en çok hatırlamak istediklerini bile unutuveriyor. Mesela bu fotoğraf çekildiğinde Eren henüz iki aylıktı. Şimdi bakıyorum da bu kadar küçük olduğu halini unutmuşum. Aslında bu da komik bir durum. Sonuçta arada sadece 22 ay var ve ben seni şimdiden kocamaaann olmuşsun gibi görüyorum. "Annelerin gözünde çocukları hiç büyümez" lafını tersine mi çevirdim acaba?

21 Şubat 2008 Perşembe

Canım babacığım seni çok seviyorum!


Her anne bebeğinin ilk kez "anne" diyeceği anı heyecanla bekler. Hatta anne karnındayken bile bununla ilgili hayaller kurar. Ama kimi bebekler (ki duyduğuma göre çoğunlukla) önce "ba-ba" diye adım atarlar konuşma dünyasına. Babalar da önce kendilerine seslendiği için bebekleri keyiflenirler de keyiflenirler. Bizde de öyle oldu. Eren önce "baba" dedi. Hem de uzunca bir süre... Bu durumu kıskanmadım değil! Hatta anne demeyi öğrenene kadar sürdü kıskançlığım. Neyse ki sonra durumu toparladı! Şimdi "anne"yi daha çok söylüyor ama, "sen kimin oğlusun" diye sorulunca şaşmaz bir kararlılıkla "baba" diyor sadece! Yoksa yoksa babayı daha mı çok seviyor??!!

Eren'in ilk kardan adamı!


Eren doğduğu yıl çok karlıydı, ama geçen yıl malum hiç kar yağmadı. Dolayısıyla Eren'in gerçek anlamda kar görmesi bu yıla denk düştü. Biz de hemen sitemizin bahçesindeki kardan adamın yanına gidip poz verdik.

İki yaşında bir Eren neler sever ?


  • Elbette hala anne kucağı!
  • Penguen
  • Dağıtılmak üzere toplanmış CD'ler
  • Çikolata
  • Güvercin
  • Çimmmm!
  • Baba tarafından yapılan "tabii tabii tabii" olarak adlandıracağımız oyun
  • Teyzenin odasını dağıtmak
  • Aslında tüm evi dağıtmak
  • Pilav
  • Çalışan bir çamaşır makinesi seyretmek
  • Baby TV; Tully, Parmak Ailesi, Maymun Oliver, Wolly vs... vs... (Aslında bu maddeyi ilk sıraya mı koysaydım???)
  • Ağzında yiyecek varken mutlaka konuşmak
  • Çoğunlukla konuşmak ve konuşulmak
  • Söylenmesi zor şeyleri söylemek, 'mesela kısilafon (ne demekse!) mesela 'kuantum' (o teyzenin dersinden giriyor listeye)
  • Kısaca "vev" olarak adlandıracağımız anne pijamalarının önceleri omuz, zamanla diz bölgelerine verilen ad. Bu bölgeleri kaşımak ya da ağzı dayamak suretiyle "vev" gerçekleşir. Özellikle sabahları hayati bir işlemdir. Kendisini tatmin edecek şekilde "vev" yapmasına izin verilmemesi halinde olacaklardan Eren sorumlu değildir.

Eren'in en sevdiği cümleler:

  • Onu bana velebilir misin?
  • Onu onu onu veeerr!!!
  • Anne kucaaaakkk
  • Şimdi sana ne versem ne versem (özellikle mutfakta anneye hitaben)
  • Basabilirsin bir şey olmazzz (Birisi bilgisayarda yazı yazarken, O klavyeye dokunurken)
  • Bebek TV açalım mı?
  • Babacığım tamilat yapalım mı?
  • Güvercin göster

Sen "iki" olurken...


Evet...
Hakikaten zaman o kadar hızla ilerliyor ki, insan bunu ancak bir bebeği büyütürken gerçek anlamı ile kavrıyor. Hatta büyük bir şaşkınlık da ona eşlik ederek öğretiyor, insana belki de bu en basit gerçeği. Çünkü daha dün minnacık olan oğlum, hastanede kucağıma ilk verdikleri anı biraz önceymiş gibi hatırladığım oğlum; minicik patikler, ufacık eldivenler giyen oğlum; 14 gün sonra tam 2 (hatta yazıyla da iki) yaşına basıyor ve ben buna inanamıyorum. Gerçekten bu kadar mı hızlı akar zaman?..

Onun büyüyüşünü izledikçe bazen diyorum ki içimden, şu zamanı dondurayım ve oğlum hep böyle sevimli, hep böyle minik bir melek olarak kalsın. Mümkün mü bu acaba?.. Sanırım bu duygumu sadece anneler anlayabilir öyle değil mi ?

Tabii bu iki yıl hiç de kolay geçmedi benim için. Elbette ki anne olduğum için çok ama çok mutluyum, hatta bunu hayattaki hiç bir duyguyla değişmem ama, herşey filmlerde gösterildiği ya da kitaplarda yazıldığı kadar "kolay ve mutluluk dolu" olmuyor ne yazık ki. Yani bir çocuk hiiiç de kolay büyümüyor(muş)! Ama insan hamileyken hormonların etkisiyle midir nedir çok da romantik oluyor, en azından ben öyleydim. Hastaneden çıkıp mutluluk içinde evimizin yolunu tutacağımızı, sonraki günlerin de saadet dolu geçeceğinden emindim. Tamam zorluklar olacaktı biraz. Haa mesela uyku uyuyamayacağımı söylüyorlardı eskisi gibi, ama o kadar olurdu. Bunları idare ederdim. Hatta oğlumu anneanne ya da babaanne desteği olmadan kendim büyüteceğim için de ayrıca mutluydum. Bu zorluklar hiç de gözümde büyümüyordu. Ne olabilirdi ki ?

Sezeryan sonrası eve döndüğümüzde manzara şuydu: Gözündeki yaşlar dinmeyen, ameliyat ağrılarını bile hissetmeden oğlunu emzirmeye çabalayan bir anne; bir türlü memeyi ağzına almayan, alsa bile emmeyen bir bebek; ne yapacağını şaşırmış hangimizle ilgileneceğini bilemeyen bir baba...

Eh ! Hal böyle olunca huzur dolu aile tablosu bir anda püff diye dağılıp gidiveriyor. Çünkü önceliğiniz bebeğin bir an önce anne sütünü almasını sağlamak oluyor. Mutlu ve huzurlu aile filan olmak artık umurunuzda bile değil. Hatta ona kavuşmanızın tadını bile çıkaramıyorsunuz. Yeni annelerin ilk acemi tutuşlarıyla bebeğinizi emzirmeye çalışıyorsunuz, ama o emmiyor işte... Bebeğin aç kaldığı söylentileri yükseliyor, acilen mama almalı. Ama ya hiç anne sütü almazsa, hep mamayla büyümek zorunda kalırsa. Ufff nasıl olacak bu iş ? Ben de mi sorun gerçekten ?

İşte bu endişeler ve üzüntüler arasında her seferinde ağlaya ağlaya iki saatte bir seni emzirmeye çalışırken, dördüncü gün geldiğinde artık seni pompayla sağdığım sütle beslemeye ikna oluyorken, nasıl oldu bilmiyorum ama birden sen emmeye başladın işte! Acaba buna en azından benim için mucize diyebilir miyim? İşte mutluluk bu olmalı, hatta ben oturup hemen resmini çizebilirim!

Ben tam da mutluluğun resmini yapmaya soyunmuşken, sen sarılık olup tabloyu şöyle bir güzel dağıttın. Daha bir haftalıkken, bir kaç saat içerisinde iki hastanede (biri acilde olmak üzere) üç ayrı doktor tarafından muayene edildin. Annenin ve babanın yüreğini ağzına getirdin, ama doktorların "bu gece mutlaka sürekli anne sütü alması lazım" sözlerini sen de işittin herhalde ve hastanede başlamak üzere sabaha kadar emdin de emdin. Sabah yeniden muayeneye gittiğinde ohh dedik ama, sarılığın vücudunu terk etmesi tam iki ayımızı aldı.

Ve o günden sonra bir daha da çok ciddi hastalanmadın çok şükür. Amaaa bu demek değil ki biz yine normal hayatımıza dönelim. Elbette ki dönemedik. Bu kez de gaz sorunumuz başladı. Hem de ne başlama? Durup dinlenmek bilmeksizin, her tonda ağlıyordun da ağlıyordun. Mevcut tedavi yöntemlerinin hepsini denedim azimli ve tabii çaresiz bir anne olarak: masaj, karına sıcak havlu, topuklara acı elma yağı, doktorun da önerdiği iki ayrı bitkisel damla... Yok yok yok! Gece gündüz ağlamaktan perişan oluyordun. Tabii senle beraber biz de! Uyku desen sadece benim kucağımda... Sanki üzerinde uyarıcı bir mekanizma vardı ve sen yatağına yatırdığım ilk beş dakika içerisinde acı bir viyaklamayla uyanıyordun her sefer ve her seferinde. Hatta o kadar ki yanımda birileri olmayınca tuvalete bile gidemez hale gelmiştim. Sen benim kucağımda uyuyordun da benim nasıl uyuduğum ya da uyuyamadığım umurunda değildi. Zavallı baban ben birazcık uyuyayım diye sabaha karşı seni kucağımdan alıyor, sonra yarım yamalak bir uykuyla işe gidiyordu.

Sonuç; doktorların üç ayda geçiyor dediği gaz, sen de neredeyse altıncı ayda geçti, o günlerden bugünlere miras olarak da senin yatağında yatamama, sadece anneyle ve annenin kucağında uyuma halin ve bir de benim bazı bilim dallarına sarsılan inancım kaldı. (Sarsıldı çünkü her psikolog istenmeyen çocuklarda, stresli hamileliklerde, anne ve baba arasında sorun yaşanan hallerde bebeklerin bu kadar gazlı olduğunu söylüyor. Oysa ki ben hayatımın en güzel günlerini sana hamileyken geçirdim. Sürekli klasik müzik dinledim, sana da dinlettim. Sen doğduktan sonra da bir işe yarar umuduyla Baby Mozart'ı sürekli açtım. Ve babanla dünyaya gelmeni iple çektik, aramızda gerginlik bir yana sen bizi birbirimize bir kez daha bağladın. Ama sonuçta sen yine de bir tür piknik tüp olarak doğdun işte! Ne diyelim istisna mı?)

Ama sanma ki bu kadar yorgunluk ve uykusuzluk bana mutsuzluk getirdi. Kesinlikle hayır! Ne kadar yorgun olursam olayım, her gün her gece seni dünyaya getirdiğim için Allah'a şükrettim. En bitkin ve tükenmiş hallerimde bile varlığın, o güzel yüzün benim için hep mutluluk kaynağı oldu. Bundan sonra da öyle olacağını biliyorum.

Şimdi iki yaşına giriyorsun, yani iki yıldır hayatımızdasın. Sanırım bu iki yıl tüm zorluklarına rağmen hayatımın en güzel iki yılıydı. Hele de sen anne demeye başladıktan sonra... Hamileliğimin son günlerinde baban senin için oluşturduğumuz günlüğe şöyle yazmıştı; "Bazen canımı sıkan şeyler oluyor gün içinde, fakat o zaman kendi kendime, 'Bahar gelecek, oğlum gelecek' diyorum ve sıkıntım geçiyor." Sanırım varlığın bize en güzel baharı getirdi oğlum... İyi ki varsın, iyi ki benim oğlumsun! Seni seviyorum!